27 Ekim, 2012

Yaşanmışlık olmadan iddia edilen şey aslında aşk değil hayranlıktır.


Yaşanmışlıklar.

İnsan hayatında o kadar önemli bir yeri var ki, uğruna acı çekmeye değer en önemli şey. Biriyle geçmişi olmayan, belki de hiç şahsi münasebeti olmayan birinin, o kişi uğruna acı çekmesi o kadar mantıksız geliyor ki bana.
Sarılmadığın, dokunmadığın birine. Hatta bunları geçtim, çünkü bunlar önemli olsa da olmazsa olmaz değildir. En önemlisi de kalplerin birbiri için çarpmadığı biri için acı çekmeyi hayatımın her noktasında inkar ederim. Aşık olunacak insanlar vardır. Bir de aşık olunmayacak insanlar. Aşık olunacak olan insanlarla illaki bir şeyler yaşar insan. Çünkü aşk tek kişilik değildir. Daha önce karşılıklı aşk yaşamış olan insanların Aşk acısı çekmesi muhtemel. Evet, aşk karşılıklıdır. Ve yaşanmışlık sonucu oluşur. Tek kişilik ‘aşk’ olduğunu iddia etmek, aslında hayranlıktan başka bir şey değildir. Tipine, konuşmasına, bakışlarına, yürüyüşüne, giyinmesine, hobilerine vesaire sadece hayranlık oluşabilir. Kişiliğimden mi böyle düşünüyorum, bu tartışılır ama ben her şeye aklım ve mantığımla bakıyorum. Aranızda belli bir paylaşım olmadan o kişi için acı çekmek, sadece benim kafamda oluşan bir pürüz değil. Mantıken de çok akıl dışı bir şey. ‘İnsan hissettiklerini bilmez mi?’ diye soranlar elbet olacaktır. İnsanlar kendilerini kandırmayı o kadar ustalıkla becerir ki, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Var olmayan bir şeyi kendi kafalarında yaratıp, doğruluğunu sorgulanmaz bir yere koyarlar.
1 sene boyunca her gün konuştuğunuz, sürekli iletişim halinde olduğunuz bir insandan ayrılırsın. Aklına onunla konuştuğun zamanlar gelir. Beraber konuştuğunuz konular, birlikte gittiğiniz mekanlar, yaşadığınız  etkileşimler ve yaptığın şebeklikler gelir. Ve özlersin. Ama sadece özlemekten daha önemli bir şey var. O da neyi özlediğindir. İnsanın değeri hayal ettiği şeyler kadardır. Bunu aşk üzerinden değerlendirmemiz gerekiyorsa; insanın acıları, özlediği şeyler kadardır.

                                      ''İnsanın acıları, özlediği şeyler kadardır.''


Aşk’ta tıpkı aile sevgisi gibidir. Karşılıklı aşk yaşadığın bir insan, senin annen, baban, abin, ablan, kısaca her şeyindir. Annene babana duyduğun sevgi, onun senin annen ve baban olmasından kaynaklanmıyor. Her zaman senin yanında olmalarından, seni sevmelerinden kaynaklanıyor. Eğer sizi sevmeseydi, yanınızda olmasaydı onları sevmezdiniz. Saygı gösterebilirsiniz ama sevemezdiniz. Bu konuyu da Aşk üzerinden değerlendirmek lazım. Çünkü ikisi de aynı konu.
Gerçek bir sevgi ile yaşanmışlık işin iki kilit taşıdır. Onlar olmadan aşk tamamlanamaz.
Yaşanmışlık ile gerçek sevgi tıpkı bir binayı ayakta tutan iki kolon gibidir. Bina aşktır. Bu iki kolonlardan biri eksik olursa bina duramaz. Yıkılır. Ama yaşanmışlık olmadan Aşk binasını ayakta tuttuğunu zannedenler, sadece binanın aslında ayakta durmadığı yere bakıp, hayal güçlerini kullanırlar. Yıkılmıştır ama onu düşünerek, yıkılmadığını, hâlâ ayakta durduğunu iddia ederler. Veya bunu kasten yapmayıp, kendini buna inandırmışlardır. Demiştik ya hani, ‘yaşadığı gibi inanmaya başlarlar’ diye…
Kesin hüküm veriyorum. Çünkü hayatta değişmeyen gerçekler vardır. Tanrı’nın olması gibi. İnsanın üstün bir yaratılışla yaratıldığı gibi. Evrenin var olması gibi. Tıpkı aşk konusu da böyledir. Hayatın her noktasında mantık vardır. Descartes, mantığını kullanmayan her insanın aptal olduğunu söyler. Mantık yalnızca yaşanmışlıkların sonunda çekilen acılarda bir işe yaramaz. Çünkü o zamana kadar bir kişinin kalbinin kölesi olmuşsundur. Belki de kalbin onunla birlikte atmıştır. O kişiyi kaybedersen bütün yaşanmışlıklara dair özlemler kalbinin içinde tetiklenir.
Yaşanmışlık olmadan acı çekmek;
yalnızca kendini kandırmaktır.
Uğruna acı çekilecek bir sebep olmadan boş yere acı çekmektir.
Acı çektiğine kendi inandırmaktır.
Ama her ne olursa bu bir gerçek ki, yaşanmışlık olmadan iddia edilen şey aslında aşk değil hayranlıktır.